Canım evladım (!)

Yarının büyükleri, dünün denekleri, günümüz “inek”leri, zamane gençleri, gençliklerini ellerinden aldığımız emsalsiz inciler, çok sevdiğimiz minik yavrularımız, bir o kadar “kastırdığımız” çocuklarımız, kardeşlerimiz, kanatsız meleklerimiz… Kim bilir ne ölçüde “farkındalık” tan uzağız. Minicik omuzlarına yüklenen onca ağırlıktan sonra, hala onlardan boy-aşırı beklentiler içindeyiz.

Geçen gün bir arkadaşım, kuzeninin günlük programını anlatıyordu laf arasında. O anlatırken gözümün önünden geçen film şeridi aynen şöyle cereyan etti:

Daha 11 yaşındaki ufaklık, güne benden bile erken başlıyor. Sabah 7 sularında uyanıp okul servisine yetişebilmek uğruna hızlıca giyinip kahvaltısını ağzına tıkıştırıyor ve sokağa fırlıyor. Daha okula varmaya 2 kocaman saat ve yüzlerce araç sayesinde sıkışan İstanbul trafiği var. Neyse sağ salim/kazasız belasız (kap-kaç mağduru olmadan, linç edilip üç liralık harçlığı alınmadan, organları bu işin uzman mafyası tarafından çalınmadan, onca inatla annesine aldırdığı cep telefonu hala cebindeyken, beslenme çantası hala kimse tarafından tacize uğramamış, saçlarına erkek arkadaşları eliyle sakız yapıştırılmamışken, çimdiklenmeden, servis şoförünün sigara külleri gözlerine kaçmadan, yine aynı servis şoförü, sinirlerine hakim olamayıp öndeki taksiye laf yetiştireceğim diye el kol hareketi yaparken ani bir frenle çocukların kafasını gözünü yardırmadan, vb.) eğitim yuvasına varıyor. Bitmeyen tükenmeyen dersler, ne olduğunu anlayamadan biten teneffüsler, öğretmenlerinin uyarıları, hizaya sokulmaya çalışılan arkadaşları ve bin bir karmaşa içerisinde, okulu bitiyor ve oradan dosdoğru “koro çalışmaları”na gidiyor (bu sefer yukarıdaki gibi meşakkatli yol kısmını anlatmıyorum, aynı şeyler okul-koro yolu için de geçerli çünkü, tekrar edip canınızı sıkmak istemem). Neyse koroda olmak ufaklığa çok keyif verdiği için, yorgunluğunu biraz üzerinden atıyor. Bu arada akşamki dans dersleri için yapması gereken hareketleri çalışmadığını anımsayıp, dans öğretmenine bunu nasıl açıklayacağının baloncukları süzülüyor koro salonunun duvarlarına. Derken, hep birlikte söylenen şarkının sözlerini karıştırıyor ve sesini alçaltıp çaktırmamaya çalışarak ağzını oynatıyor. Nihayet koro çalışması son buluyor ve dans atölyesine çıkıyor. Neyse ki 3 kat yukarısı evinden önce varacağı son nokta. Az önce düşündüğü yalanı uyduruveriyor öğretmene: “Evimiz ve odam çok dar, her hareketi çalışamıyorum, ama bir-iki hareketi çok iyi yapabiliyorum, göstereyim mi?” diyor, tüm günün yorgunluğuna rağmen olanca şirinliğiyle. Bu arada saat akşamın 7si oluyor ve yemek saatine yaklaşırken ders çıkışına annesi gelip alıyor turşu kıvamına gelen ufak kızımızı. Evlerine mi gidiyorlar sandınız? Tabii ki market alışverişine. “Çalışan annenin tek çocuğu” rolü ile, 1 saate yakın bir vaktini de bir süpermarkette, dünyanın en çok kullanılan ikinci dört tekerlekli aracını sürerek geçiriyor. Artık yeterince aç, susuz, uykusuz ve yorgun kaldıktan sonra sıcak yuvalarına varıyorlar. Hızlıca yapılan bir hazır çorba ve evin klasikleşen yemeği “tavuk-makarna” ikilisi ile midesini doldurduktan sonra sıra gece yarısına kadar devam edecek (ve hayat boyu hiç bitmeyecek) “etüt” çalışması başlıyor. Ve ders çalışırken, masada uyuyakalıyor. Annesi onu yatağına taşıyıp ışıklarını söndürüyor. Ertesi gün ve daha sonraki gün ve haftalarca bu rutin sürüp gidiyor.

Şimdi, daha bunun daha lise giriş sınavı, lisesi, ÖSS’si, ÖYS’si (elbette bu sınav isimleri, sistemleri, içerikleri 4 sene sonra bile aynı kalmayacaktır), şu sınavı, bu sınavı, tüm bu sınavların hazırlığı, koşuşturması, dershanesi, özel dersi, ıvırı zıvırı var… anlatırken, dinlerken, düşünürken, yazarken bile yoruldum ben, -ki aynı yollardan geçen biri olarak (hayatımın en güzel, neşe dolu, heyecanlı yıllarını çocuk bedenimle ve ruhumla yaşayamadan “gençliği çalınmış” bir genç olarak), şu an üniversite son sınıftayım. “Vay beee!” diyorum kendi kendime (ve varsa çevremdekilere de), “ben daha kendimin yeni farkına varıyorum”.

Modernlik tarifi üzerinden yola çıktığımda, 11 yaşındaki kardeşimizin bir günde yaşadıkları bana dehşet veriyor, modern olmak istemiyorum adeta, eğer buysa modernlik; modern çağ; insanlığı yok eden dağ; püre-selleşen, süre-selleşen dünya.

Hepimize kolay gelsin. Kalın sağlıcakla.

*Fotoğraf: Doğacan Onaran

Bu yazı, 2007’de Radikal Genç’te yayımlanmıştır.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *